Adım Adım Paris’e Devam
Küçük ama pırıl pırıl odamızda, gerçi Paris’te kaldığımız müddetçe kendisinden “ev” diye bahsetmeyi tercih ettik, gözlerimizi Paris’teki 3. günümüze açıyoruz. Günün programı belli demeyi çok isterdim ama sadece ilk gideceğimiz yeri belirleyip, gücümüz yettiğince diğer hedeflere ulaşmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla günün de ilk gezilecek noktasına doğru hedefleniyoruz: Ünlü bulvarı.
Bu sabahki kahvaltı durağımız da yine otelimizin yakınındaki bir Starbucks. Birer sandviç ve içeceğe ödediğimiz bedel yine içimize dert oluyor ve klasik bir Türk altyapılı cümle kurmadan edemiyoruz: “Bu verdiğimiz parayla, İstanbul’da, Starbucks’da 10 kişi kahvaltı eder yahu!” Durun durun! En iyisi anlatımı yine minik bir fotoğraf turuyla süsleyelim de Deligillerin attığı adımlara siz de bir yandan eşlik edin:
Artık metro sisteminin uzmanı olarak büyük bir rahatlıkla bineceğimiz hatta gidiyoruz ve yüzeye çıktığımızda Champs Elysees bulvarı ve taaaa ilerlerde Zafer Takı – Arc de Triomphe bizi karşılıyor. Gözlerimizi her zamanki gibi dört açıp kahkahalarımızı eksik etmeden başlıyoruz sıkı bir yürüyüşle Zafer Takı’na doğru yolculuğa. Temmuzun ortasındaki soğuk hava yine zorlamaya başlıyor ama Paris St.Germain takımının mağazasını görünce büyük Deligil’in gözleri parıldıyor. Nasıl unutabilir, ’97 sezonunda Beşiktaş’ının PSG’i 3-1 yendiği maçı ve 14 yıl sonra bile zafer pozunu vermeden geçmiyor.Paris’liler şaşkın…(Ancak bulvardakilerin en fazla %30’unun Fransız olduğunu da unutmamak gerek)
Gelin bir Paris’i ve Champs Elysees’i büyük Deligil’den dinleyin, doğruları öğrenin!
Arc de Triomphe’a minik molalarla ulaşıyor Deligiller ama soğuk giderek etkisini arttırıken yağmur da partiye dahil oluyor; özetle Paris cehpesinde yeni birşey yok! Zafer Takı’na çıkmama kararı, saniye bile almıyor ve yağmur altında geri dönüş sırasında zaman zaman bazı mağazalara sığınarak biraz alışveriş, biraz da soluklanma fırsatları aranıyor da fiyatlar Deligillerin mantığına göre değil, Champs-Elysees’de bol miktarda bulunabilecek Araplara göre. Abercrombie, Louis Vuitton gibi mağazalarının önündeki kuyruk, yılbaşı çekilişi öncesi Nimet Abla‘da yok!
Gelin burada da küçük Deligil’i izleyelim, neler anlatıyor bakalım?
Küçük bir sarayı andırmasından ötürü sanat galerisi olduğuna zor ikna oldukları binadaki Şirinler – Smurfs ve Peyo afişleri, Deligilleri ürkek ama hızlı adımlarla kendine çekiyor. O sıralarda, daha vizyona gelmemiş Şirinler filmi öncesi ancak Paris’te olabileceğine inandığımız zenginlikle materyaller özellikle de küçük Deligil’in gözlerini yuvalarından fırlatıyor! Hatıra olarak Bilgin Şirin’li topumuzu alıyoruz ve küçük Deligil yine anlatıyor:
Şimdi ver elini Küçük Saray(Petit Palais) ve Büyük Saray’a(Grand Palais) ! Büyük Saray’ın kapalı olduğu anlaşılınca Petit Palais’e geçiyoruz ama o da ne! Güvenlik kontrolleri deli edici seviyede. Seslerini çıkartmadan katlanıyor Deligiller ama tam bu sırada tüm kamera, fotoğraf makinesi gibi ekipmanları içeri alınmadığını ve güvenliğe ama son derece güvenliksiz bir şekilde bırakmamız gerektiği yine son derece kötü İngilizceleriyle ortaya çıkıyor. İşte bu kadar; büyük Deligil çığlığı koyuverdi: “Hanım hanımmmm, bu ekipmanları öylesine masanızın kenarına mı bırakmamızı istiyorsunuz?!Pışşııııııııkkkkkk!”
3. Alexandre Köprüsü’ne geldiğimizde artık ayaklarımızı bizi taşımakta zorlanıyor ve eve(!) dönmeye karar veriyoruz. Peki küçük Deligil buraları nasıl tanıtıyor?
Otelimizin yakınlarındaki bir İtalyan restoranı bu seferki tercihimiz. Lakin “İngilizce anlaşamamak”, Parislilerin göbek adı. İngilizce menünün olup olmadığını umutsuzca soruyoruz ama hiç beklemediğimiz bir cevap yüzümüzü güldürüyor: “Oui!” Tabi ki bu gülümsemenin anında donacağından habersiziz. Tüm menü İngilizce, pizzalar sayfası dışında! UFO gelse bulunduğumuz yere, bir uzaylıyla daha iyi anlaşabileceğimizi düşündüğümüz yemekten sonra otelimize yakın bir bakkal bulamanın tarifsiz mutluluğunu yaşıyoruz. Herşey var, ucuz mu ucuz geliyor bize.
Güzel bir şekerleme sarıp sarmalıyor Deligilleri, tüm yorgunluklarını Seine Nehri’ne bırakıyor. Akşam için çılgınca hayran oldukları St.Michel’e gitmeye karar veriyoruz. Çıkmadan önce internetten, otelin yakınlarında market var mı diye kontrol ediyoruz, aferin bize! Google Maps ve GPS sayesinde de şıp diye buluyoruz ve ucuz mu ucuz dediğimiz bakkalda da kazık yediğimiz ortaya çıkıyor. Markette yok, yok; artık gerçekten(!) mantıklı fiyata tüm ihtiyaçlarımızı giderebiliriz! Hemen kahvaltı için sandviçler, sıkma portakal suları, büyük Deligil’in kolasını ve bir sürü abur cuburu topluyoruz. Oh be, işte bir zafer daha!
Akşam, metroya atlayıp evimize dönerken, bu şehre her gün daha da bağlandığımızı keşfediyoruz. Tekrar öğrenci olup Sorbonne ‘da okuma imkanımız olmaz mı acaba? Biraz(!) daha kalsak buralarada? Özellikle St.Michel’e gelince daha da kendimizi buluyoruz ve başlıyor küçük Deligil anlatmaya!
NOT:Büyük Deligil, 1997’de PSG’i dağıttığımız maçın gollerini size sunmadan edemedi 🙂